31 Ekim 2014 Cuma

savaşçı

Sonsuz bir yalnızlık, yalıtılmışlık içindeyim yine. Ucu sonu belli olmayan fütursuz sohbetlerin çağrışımlarla beslendiği zamansız anlardan birini yaşamak için neler vermezdim. Mevsimin vurucu etkisini saymazsak görünürde böyle olmama bir neden yok.

Yağmurun kattığı yalnızlık, acı, huzursuzluk için yeterince yaşlanmadım mı artık? Hem, iki kişilik yağmurlar da var, biliyorum. Artık yıkanmak istediğim yağmurlar tek kişilik olanlar değil.

Hem aslında o kadar güçlü de değilim ki ben. Mary Margaret misali "Hayatta kalmam için ne gerekiyorsa onu yapıyorum sadece." Çok da çabuk kırılıyorum üstelik. Üzülüyorum ölesiye. Kalbimin acısından nefes alamıyorum yer yer.

Siz çıkınca karşıma hiçbir şey yokmuş gibi iliklerime batan, susuyor ve gülümsüyorum. Öyle umursamaz tavırlarıma tanık oluyorsunuz ki bazılarınızın nasıl imrendiğini okuyorum gözlerinde satır satır. Oysa imrenilecek bir şey yapmıyorum. Yeni güne gözünü yalnız açan otuzundaki her kadının öğrenmişliğiyle yeni bir kalp ağrısından koruyorum yalnızca kendimi. Beynimin aksine otuzuna ulaşamamış, atlı karıncadaki atın üstünde dünyanın en büyük heyecanını yaşadığına inanan minik bir kız çocuğunun kalbini taşıyorum hala.

Mantıksal düzlemde her şeyi çözüme kavuşturan beynime inat çarpıyor kalbim. Bin kere düşse yine ayağa kalkacak savaşçı ruhlu bir erkek çocuğu gibi.

28 Ekim 2014 Salı

eylül

Evden çıktı. Hiçbir şey düşünmemeye gayret ediyordu. Etrafına baktı, insanlar işleriyle öylesine meşguldü ki bir an kıskandı bu hayatla savaşan amaçlı insanları. Nereye gideceğini dahi bilmiyordu. Alışkanlıkla markete uğrayıp bir sigara aldı. Oradan otobüs durağına geçti. Gelen otobüse binip aşağıdaki durakta indi. Buraya kadar alışkanlıkla gelmişti ama şimdi bir tercih yapması gerekiyordu: Alsancak’a mı, Konak’a mı gidecekti? “Hangisi önce gelirse ona binerim.” Diyerek bu kısacık düşünme molasını da bitirdi. Şimdi boş gözlerle yola bakıyordu.  “ Acaba hangisi önce gelecek?” diye bile düşünmedi. Ve yine düşünmeden bindi Narlıdere otobüsüne. Şimdi yeni bir soruya cevap vermesi gerekecekti: Hangi durakta inecek? Bunu düşünmeyi de erteledi.

Susuz Dede durağına geldiğinde düşünmeden indi otobüsten. Durup etrafına baktı, her şey çok değişmişti. Karşıdan gelen uzun boylu çocuk ve yanındaki kısa boylu kıza takıldı gözleri. Mutlu oldukları her hallerinden belliydi. Birbirlerine sarılmış yürüyorlardı. Kız, hararetli hararetli bir şeyler anlatıyor, çocuk sanki dünyanın en önemli şeyini yapar gibi tüm dikkatiyle dinliyordu onu. Merdivenlere geldiklerinde yukarı doğru koşmaya başladılar. Falcılar kesti yollarını. Kıkırdayarak aşağıya koştular bu defa. Kız yandaki parka dalıp salıncağa atladı, biraz sallandı etrafı kahkahalarıyla çınlatarak. Tanıyor gibiydi onları. Ama onlar dünyadan bihaber yaşadıklarından fark etmemişlerdi onu.

Kız bu kez salıncağı bırakıp tahterevalliye koştu. Ve başladı pazarlığa. Eğer çocuğu biraz indirmeyi başarırsa dondurma istiyordu. Çocuk kızı biraz uğraştırdıktan sonra bıraktı kendisini. Dondurmalarını alıp bu kez sakin sakin çıktılar yukarı. Oturdukları yerde sarıldılar birbirlerine.

Onları izlerken düşünmekten kaçmasına da gerek kalmıyordu. O da oturdu bir yere, manzarayı seyretti bir yandan doya doya. Bir an kıza takıldı yine gözü, ayağa kalkmıştı. Çocuk önce ellerini tuttu, sonra sarıldı ona. İşte en sevdiği sahne vardı önünde. Ağladığını fark edemediği içten bir gülümseme ile izledi onları. Sonra mesaisini bitiren güneşi izlemeye başladı yeniden. Tam bir dilek tutmayı düşündüğü sırada kızın sesiyle onlara çevrildi dikkati…

Kız ağlıyor, başını sallıyor, düşmanıymış gibi bakıyordu çocuğa. “Mutlu aşk yok değil mi? Tüm mutluluklar da aşklar gibi yalan!” dedi kendi kendine. Tekrar başını çevirdiğinde kızın ve çocuğun görüntüsü silik bir hal almıştı. Güneşin yavaş yavaş gözden kaybolması gibi oldukları yerde yok oluyordu görüntüleri. Neye uğradığını şaşırdı, tekrar tekrar baktı, yoktular… Sonra birden kızın sesini duydu yeniden: “Beni aldattığını hissetmiştim, bunu nasıl yaparsın?!” Derken birden önünde belirdi kız ve çocuk. Yine kız konuşuyordu: "Sana inanmıyorum, daha bir yıl önce aldattım, pişmanım diyordun; şimdi öyle bir şey yok, seni üzmek için söyledim diyorsun! Sen doğru nedir bilir misin?” Çocuk cevap verdi: “Aşkım özür dilerim, gerçekten yoktu…”

Birden yine kayboldular. Korktu. Neler olduğunu anlamaya çalışırken çocuğun sesini duydu yeniden: “Eylül! Lütfen!” Dondu kaldı. Neler olduğunu anlamıştı. Anlamıştı ama bütün bunlar ne demek oluyordu? Neden hala aşk demek o demekti? Neden unutmuyordu tüm bunları? Bilinçsizce buraya gelişi, bu anılara sığınışı… Oysa nasıl huzur bulmuştu onları izlerken.

Aşk, saf, temiz, tutku dolu, şefkat dolu aşk… Yaşamıştı bunu. Bunu düşününce yine bir huzur hissetti içince. Demek ki hayat böyleydi. Üniversite sınavına girdiği günler geldi aklına. Uzun süren bir mutsuzluk ve sonunda istediği bölüm. “Mutlu, güzel bir aşk ve sonsuza dek ayrılık. Şimdi işsizlik, mutsuzluk… Demek ki sırada güzel şeyler var.” diye düşündü

Düşünmekten kaçtığı bu günde öylesine derine dalmıştı düşünceleri. Kalktı yerinden, çocukluğunun, gençliğinin sığınağına dönüp baktı, her zamanki gibi yine içi rahatlamış, huzur dolmuştu. Yavaş yavaş yürüdü durağa. Öleceğini sanarak çıktığı bu yoldan, kıskandığı insanlar gibi umut dolu dönüyordu.

29 Eylül 2014 Pazartesi

Coğrafya kader midir?

 Şöyle bir düşündüm de insanlar benim yaşımdayken neler neler başarmış, ben daha büyümeyi bile başaramamışım.
 Öğretmen olmak istemiyorum bugün ben. Çünkü buralarda öğretmen olmak çatık kaşınızla "Hmmm!" deyip parmağınızla çocuğu tehdit etmekten geçiyor. En ufak bir boşluk, iyi niyet, etkinlik; telafisi mümkün olmayan otorite boşlukları yaratıp bütün bir seneyi hiç etmenize yol açıyor.
 Oysa hayalimdeki öğretmenlik hiç böyle değildi. Şimdilerde kaldırılmak için uğraşılan dershanelerden birinde çalışırken aslında hayal ettiğime daha yakın bir öğretmen profilim vardı. Gülümseyen yüzüm, işlediğimiz konulara eşlik eden melodiler, özgürce dillendirilen esprilerle pekiştirilmiş detaylar... Not korkusuna karışmamış samimi öğretmen - öğrenci ilişkileri. . Ey gidi...
 Bugün, okulun 3. haftasına başladık. Yıllık planlara bakarsak neler neler yapmalıydık. Oysa gelmesi gereken 360 öğrencinin sadece 60 tanesi okulda. Gelmeyen, gelemeyen, tarlaya gönderilen 300 tanesini yok sayamadığımdan ama sınıfta olmayı başaranlara da kıyamadığımdan yapabildiğim tek ve en eğlenceli -ve tabi faydalı- şeyi yapıyorum. Talan edilen kütüphanemden elimde kalanları dağıtıyorum onlara. Bir de kulaklarına yabancı gelecek ama dinledikçe alıştıklarına tanık olduğum senfonik şarkılar açıyorum. Müzikten kaçan kitaba sığınsın, kitaptan kaçan müziğe alışsın diye. Sonuçta sanat, illa ki değecek ruhlarına. Keşke azıcık anlasam da yol gösterebilsem, resim yaptırsam. Ben boşverdim sıfatı, zamiri... Türkçe bilmeyen çocuklara sıfatla veremem hiçbir şeyi.
 Hem bu kısır coğrafyada insan en çok ümit etmeye, hayal kurmaya, inanmaya ihtiyaç duyuyor. Ne bir müzik öğretmeni ne bir resim öğretmeni gördüler bugüne kadar. Senin benim girdiğim derslerde çocukluğun verdiği sonsuz hayal gücüne rağmen yaratamıyor çocuklar.
 Daha, basit bir kağıda 3 farklı ağaç hayal edip çizemezken gelecek hayali kurup ona ulaşmak için sıfat mı çalışacak bu çocuk allasen?

 - Soruyorum: Coğrafya kader midir?
 - Bilmem...

Zar zor hayal kurdurduğum kızlarımdan biri kendine hedef koydu: Hemşire olacaktı. Geç kaldıysa, sağlık meslek lisesini kazanamazsa da herhangi bir liseye gidip sonra hemşire olacaktı.
 Kazanamadı sağlık meslek lisesini. Yine de fena sayılmayacak bir okula yetti puanı. Yetti yetmesine de devletin sağladığı servis saatleriyle okul saatleri uyuşmuyor. O servisler dışında köye ulaşım sağlamak da mümkün değil.  Bak işte coğrafya nasıl kaderden de kader! Çocuk yaşta zorla evlendirilenlere falan değinmiyorum bile, en umutlulardan açıyorum kapıları yine de elimden geldiğince.
 İşte bir yanda yaşlılığın arifesinde büyümeyi başaramamış bir öğretmen bir yanda çocuk yaşında kocaman olmuş minik kadınlar, adamlar; öte yanda buradayken hayalini dahi kuramadığımız o başarılı insanlar...

 - Şimdi yine soruyorum: Coğrafya kader midir? Ne dersin?

21 Eylül 2014 Pazar

bir varmış, bir yokmuş...

Uzun zamandır zihnimi zorlayıp beni şaşırtarak anıma keyif katan bir şey bulamamıştım Oğuz Atay dışında. İzleyebildiğim son dizi ise Leyla ile Mecnun olmuştu. Çünkü saflık, inanç ve umut vardı dizide. Aynı zamanda da hiçbir şey "imkansız" değildi. Başrol oyuncusu da yaralanabiliyor ve hatta ölebiliyordu. Sınırların dışında bir algı ve hayal gücüyle yazılmış bir senaryonun doğaçlamalarla süslenmiş replikleriyle karşılıyordu bizi, oyuncu olduklarını bize unutturan kahramanlar.

Özellikle aradığımı bana veren bu diziden sonra diğer şeyleri hiçbir şekilde izleyemez olmuştum. 15 dakikasını seyrettiğim 70. bölümünü oynayan bir dizinin dahi geçmişini ve geleceğini çözebiliyordum. Tahmin ettiğiniz gibi o anda bırakıyordum. Bir müddet Yüzüklerin Efendisi gibi görselliğiyle beni oyalayacağına inandığım kurgulara yöneldim ama bir süre sonra oradaki görselliklerin de tekrara düştüğünü fark ettim ve her zamanki gibi bıraktım.

3 hafta önce adını sıkça duyduğum "Once Upon A Time" adlı diziye bir şans vermeyi düşündüm. Daha ilk bölümden alıp sürükledi beni. Evet, bildiğimiz Pamuk Prenses ve 7 Cüceler, Karlar Kraliçesi, Rapunzel'in ve diğerlerinin ait olduğu bir masal dünyasıydı anlatılan. Ama her hikayeyi hiç bilmiyormuş gibi izledim. Çünkü bildiğim tüm masallar bambaşka biçimlerde ama orijinal olgusuna zarar verilmeden işlenmiş. Üstelik Leyla ile Mecnun'da olduğu gibi burada da "imkansız" diye bir şey yok. En ummadığınız anlarda "Yok canım, olmaz ki?!" dediğiniz şeyler oluveriyor. Hatta büyük çoğunlukla aklınıza ihtimali dahi düşmeyen şeylerle karşılaşıyorsunuz. Karakterlerin değişime uğrayabilmesi de hayal gücünüzü tetikliyor. İnanılmaz bir bağ ile işlenmiş karakterler hem hayal gücünüze hem kalbinize dokunuyor. Ayrıca görselliğiyle de emeklerine vaktinizi ayırmaya değer olduğunu ispatlıyor.

Birikmiş 3 sezonu 3 haftada -bitmesin diye idareli(!) izleyerek- bitirdim. Yeni sezon içinse sabırsızlanıyorum.

Bittiğinde aklımda kalan, her masalın özünde olduğu gibi "iyilik" vurgusuydu ama günümüzün deneyimleriyle bezenip biraz şekil değiştirmiş bir iyilik. İyi olmak önemli ama esas olan akıllıca yapılan iyilik. Bazen "iyi" olmak için "kötü" görüneni seçmek ya da her şeyi oluruna bırakmaktır "iyilik".

Aslında bu tezi daha önce keşfettiğimin ayrımındayım, bilmediğim bir coğrafyada bilmediğim "doğru"larla yoğrulurken verdi hayat bana bunu. Belki tam da bu yüzden içselleştirdim bu diziyi. Eksik kaldığım noktaysa iyi şeylerin olacağına "inanmak"mış.

Ben çok geç kalmış bir izleyicisiyim bu dizinin ve internet aracılığıyla izledim diziyi ama Fox'ta da yayınlandığını öğrendim. Yeni sezon 28 Eylül'de başlıyor, bence bir şansı hak ediyor dizi hatta içinizdeki çocuk oralarda bir yerlerdeyse fazlasıyla hak ediyor.

6 Eylül 2014 Cumartesi

Sözcükler! Sıraya!

Aynı anda hücum ediyorsunuz! Genellikle böyle saldırıyorsunuz bana. Bu karmaşayla baş edemeyeceğimi anladınız. Birbirinden bağımsız konularda beni köşeye sıkıştırıp anlık vuruşlarla alt ediyorsunuz beni. Ya da ediyordunuz..

Artık edemeyeceksiniz; çünkü böyle anlarda size itibar etmemeyi, sizden nasıl kaçacağımı öğrendim. Sihrinizle büyülediğiniz zihnimde, kalbimde aşk var, umut var, öfke var, çaresizlik var, güç var ve sonuna kadar güçsüzlük; bıkkınlık, yılgınlık var ama öte yandan sevgi var, neşe var, müzik var.

Evet, harika koşullarımda saklanacak pek fazla yerim yok. Ama yanımda, vaktiyle sizlerle ustaca dans etmiş isimler var. Sizinle onlar gibi dans edemesem de onların bunu nasıl güzel başardığını izleyip mutlu olmamı engelleyecek bir güç de yok.

"Ne istemediğini bilen ama ne istediğini bir türlü kestiremeyen, yalnız bir adam, Hasan." demiş A. İlhan. Hepimizin ilk duyduğunda "Aaa, işte; işte ben!" dediği kamarot Hasan. Maalesef sizler Hasan kadar bile kararlı değilsiniz.  Ve sevgili sözcükler, siz kararlı olup da yanıma gelmedikçe bulaşmayacağım sizlere. Ne istediğini bilmez kılıklarda umutla başlayıp umutsuzluğa sürüklenen sonra da umutla son bulan dizilimlerinize müsaade etmeyeceğim.

Şimdi içimdeki enerji ve çocukça aşk ile baş başa bırakın beni.

22 Ağustos 2014 Cuma

mutluyum-mutlusun-mutlular

Bugün de günlerden ilkokuldaki ilk arkadaşımdı. Yıllar yıllar sonra bir araya gelip bambaşka konularda konuşabiliyor, hala birlikte gülebiliyor olmak gerçekten insana huzur veren bir şey. Ama bugünün bana hissettirdikleri bambaşka.

O da benim gibi İzmir'den ayrılıp üvey ana kollarında ayakta kalmaya çalışıyor. Dolayısıyla sohbetin tabanını "İzmir" ve "İzmir'de hayat" oluşturuyor. Kelimelerin birbirini kovaladığı, yetiştirilmeye çalışılan zihne kazınmış mevzuların yüksek atlamalarla dile getirildiği bir 4 saat geçirdik birlikte. Yine çok şey kattık birbirimize, inanıyorum ki yeni bakış açılarıyla ayrıldık birbirimizden. Belki de bu yüzden sosyal platformlara çok da kızmayanlardanım ben, eski dostlarımı bana hep oralar taşıdı neticede.

Bugün enerjimiz ve gülümsemelerimiz sonsuzdu. Çok daha cesur, kendinden emin cümleler vardı dilimizde; gençleşmiş, yenilenmiştik adeta. Evet, özlem gidermenin yani birbirimizin buna katkısı yadsınamazdı şüphesiz; ancak bizim buluştuğumuz payda yine "İzmir" oldu.

İzmir'de uyanmak bile bizi mutlu etmeye yetiyordu. Burada geçirdiğimiz günleri düşündük, sorunlarımız olsa da mutluyduk. Burası insanı gülümseten, içini kıpır kıpır eden, kişiyi şımartan, çocuklaştıran; doğal olarak, mutlu eden bir kent. Biz İzmir aşıkları için -evet, evet bu aşktan başka bir şey olamaz- burada yaşamak bir ayrıcalık.

Sabah işe koşarken iki boyoz kapıp alelacele yiyebilmek bile bir lüks. Akşam işten yorgun argın çıktığımda dahi Alsancak vapuruna atlayıp Konak'a kadar yürürdüm dinlenmek için. Denizin kattığı huzur hiçbir şeye değişilmez ama sahil şeridini izlerken biriktirdiğim anıları yaşamak da bana haz verirdi.

Bu hafta, değişen ulaşım ağına ayak uyduramamışken bindiğim otobüste, ineceğim durağı seçmeye çalışıyordum; yanımdaki teyze de her şeyi bir kenara bırakıp benimle beraber durak aradığında. Durağı ayırt ettiğimde o da en az benim kadar mutluydu, tanımadığı birisi sorun yaşamadığı için. Benimle durak arayan teyze ya da elimde valizimle binmem gereken otobüsü aradığım sırada gülerek "Dur kızım, senin otobüsün şu tarafta, ben seni götüreyim, çok zorlandın sen." diyen amca; iyi ki varsınız yahu. İyi niyet, samimiyet ve güler yüz; en çok hasretini çektiklerimden. Siz güler yüzlü İzmir insanları! Bir şekilde hayatımda olduğunuz sürece bu hayat da bana hep güzel gelecek.

Merak ediyorum: Havan mı, suyun mu, insanın mı seni özel kılan yoksa bu da sadece anlamsız memleketçilik oyunu mu? Daha neler neler var içimde sana dair ama bugün sadece kokluyorum seni, kışın soğuk ve sıkıcı günlerinden birinde anacağım seni asıl; o zamana saklıyorum içimdeki kıymetli cümlelerini...

17 Ağustos 2014 Pazar

Bir Gün - Bir Rüya

Çok güzel bir düşten uyandım bu sabah. Gittikçe saflığını yitiren insanlardan, ilişkilerden kaçarken saklandım çocukluğuma. Çocukluğumun saf,  çıkarsız dünyasına.

Her şey bıraktığım gibiymiş orada, sadece büyümüşüz işte biraz. İçim güven ve huzur doluyken yürümüşüz sokaklarda. Biraz deniz katmışız, biraz sıcak, biraz da anlayış yanımıza. Sonra çocukluğumuzdan kalma bir film eklemişiz günümüze, büyümüş insanların atıştırmalıklarını(snack) almayı unutmadan. Birlikte gülmüşüz bütün o saçma sahnelere. Mutlu, sakin ve bir çocuk kadar safmışız birbirimize sarıldığımızda.

Rüya bu ya, hiç acıkmamış, hiçbir şeye ihtiyaç duymamışız tüm bunlar olurken. Kimsemiz de yokmuş, bizi merak eden. Müzik dinlemiş, şarkılar söylemiş, filmler izlemişiz koca bir günde. Yalnız hiç zorlamamışız kendimizi olduğumuzdan iyi göstermeye, yorgunken yürümeye... O kadar da doğalmış işte her şey.

Şaşırmışım bazen, "Meğer ne çok şey biliyormuşsun sen!" deyip biraz da hayran kalmışım işte. Gizlemeye çalışırken hayranlığımı, saçmalamışım bazen; o da görmezden gelivermiş tüm büyümüş adamların yaptığı gibi.

İçim geçmiş bazen omzuna başımı koyduğumda, uyumuşum. Rüya içinde rüya. Düşmesin diye başım boşluğa sarılmış bana sıkıca. Hem de ne sıkıca, sanki her yeri kuşlar istila etse hiçbirinin gagası değmezmiş bana; o kadar güvendeymişim, inanmışım ona.

-"İşte!" demiş kalbim, "Aradığın adam burada." Gülümsemişim usulca ve son kez bakmışım ona.

Gün doğmuş, hayat başlamış Dünya'da. Eksik kalmamdan korkmuş olacak ki Güneş, tüm sıcağını göndermiş bana. "Kalk artık" demiş, "Bu gördüklerin sadece bir rüya. Benim aydınlattığım dünyada yer yok bu kadar duyguya."

Gözümü açıp da uçuşan perdeme baktığımda, yine de, gülümsüyordum hala.

19 Haziran 2014 Perşembe

Bu gece son... mu?

Bu, buradaki evimde geçireceğim son yalnız gecem. Bu evdeki ilk yalnız gecemi de hatırlıyorum. Ne umutlarla, özenerek kurmuştum evimi. Nasıl tatlı bir heyecan ve bitmeyen enerjim vardı evi düzenlerken. Ev arkadaşım eşyalarını toplayıp gittikten bir saat sonra başlamıştım temizliğe. Gittikçe artan enerjimle koca kanepeleri tek başıma kapıdan geçirmek için de az çabalamamıştım. Sonunda pes edip bir arkadaşımı yardıma çağırmıştım da umduğum gibi tek gecede evi tamamen kendi istediğim hale getirmiş, ertesi gün de ilk misafirlerimi ağırlamıştım.

Koskoca bir sene geçmiş üstünden. Eski ev arkadaşım bu gece evleniyor, bense hiç sevmediğim bu yerden gideceğim için hüzünleniyorum. Ne garip... Hiç sevmediğim bu şehirden, aslında çok da sevmediğim evimden gitmek istemiyorum. Alışkanlıklarımızın yıkılacak olmasından mı korkuyoruz? Yaşlanmak mı bu? Değişimden neden korkar insan? Bütün bu sorulara verecek tek bir doğru yanıtım yok ki benim.

Bu minicik şehrin kaldırımlarındaki her boşluğu ezbere biliyorum. Üstelik bu beni hiç de hoşnut etmiyor. Hep buradan gideceğim günün hayalini kurdum. Ve bu hayalimde buradan tek çöp bile götürmek yoktu. Şimdiyse durum bambaşka. Her eşyam, her anım kıymetli. Meğer gitmek o kadar da kolay değilmiş. Meğer insan sevmese de alışırmış. Meğer buraya dair yapacak ne çok şeyim varmış.

Önümdeki son bir haftada annemle birlikte her şeyin tadını tekrar çıkartmayı planlıyorum. Tekrar keşfederken pek çok şeyi, aynı anda veda edecek fırsatımın olmasını umuyorum. Bu küçük, sıkıcı, zor ama beni büyüten kente ve bu coğrafyaya.

Hep derlerdi de inanmazdım. Buralarda zaman başka türlü akıyor, dostluklar ve paylaşılanlar bambaşka. Herkese ve her şeye rağmen yalnızlığını da insan ta iliklerinde hissediyor burada.

Buradan sonraki hayatım içinse daha az yalnız ve daha çok mutlu olmayı umuyorum..

12 Mart 2014 Çarşamba

Hissizlik savaşı

Bir yerlerde yaşama tutunmak için, kendin olarak yaşayabilmek için uğraşırsın. Öyle anlar gelir ki her şeyden hatta kendinden bile vazgeçersin. Yoğunsundur, yorgunsundur. İşte şu anda kendime dair hissettiğim sadece bunlar.

Hepimizin hayatı bir çeşit savaş filmi aslında. Bugüne kadar ben de pek çok şey için savaştım, ayakta kalmak için uğraştım. Son iki senedir verdiğim savaş ise bambaşka. Akmayan hayatıma rağmen yaşamın durmadığını kendime ispatlayarak ayakta kalmaya çalışıyorum. Malum sosyal sitede de daha çok vakit geçirir oldum bu sebepten. Ne zaman umudumu yitirsem açıp baktım fotoğraflarınıza, paylaştığınız anılara, anlara. Her baktığımda da dönüp kendime "Bak, hayat var; umut var." dedim. Ayağa kalktım - koşamasam da- yürümeye devam etmek için.

Son dönemdeyse umutlarım iyice yerle bir oluyor. Herkesin acımasızca bir diğerini eleştirdiği, saygısızlıkla bezenmiş cümleler doluyor gözlerime; katlanamıyorum. Televizyon izlemiyorum çünkü saçma sahnelerle uzatılmış dizilere, insana değer katmayan programlara tahammülüm yok. Haber izlemiyorum çünkü nefessiz kalan göğsümü sıkıştıracak bir kelama dahi tahammülüm yok. Ama okuyorum tabi. Okuduğum kitapları dahi özenle seçiyorum. İlla ki hüzün karışacaksa da işin içine en azından düşündürsün, düşündürmeyecekse umut versin, ikisi de yoksa bambaşka bir dünya katsın, bilgi versin.

Ben böylesine bocalarken kafamı kaldırıp bakmayı akıl ettiğimde anlıyorum ki toplumsal bir umutsuzluğa sürükleniyoruz. Günümüzü aydınlatacak gelişmeler bile gülümsetemiyor artık bizi. Zihnimizin gerisindeki kaygılar gemi iyice azıya almış durumda. Herkes ilaçlarla ayakta. Kimimizin derdi psikolojik, kimimizinki sadece mikrobik. Herkes, sürekli hasta. Baş edilemeyen çileler eşliğinde ne zaman ayağa kalkmak istesek yanımıza çöküveriyor umutsuz bir yakın. Birbirimizi sarıp sarmalamak ayağa kaldırmak için savaşırken elimizdeki bir damla gücü de harcayıp bu kez biz çöküyoruz bir başka yakının dizlerine. Bir süre sonra dayanamayıp bu kısır döngüye, bir çözüm üretiyoruz-ürettiğimizi sanıyoruz- : HİSSİZLİK!

Hissetmediğimizde daha kolay geçiyor günler. Ve bence en büyük tuzak bu!

6 Mart 2014 Perşembe

Takılma/ma/lı(k)

Gece gece kafama takabileceklerimin listesi:

1- Neden streç filmler de alüminyum folyolar gibi kutusunun kesici kısmıyla bir hamlede ayrılmıyor?
2- Bugün ilk kez Pepee'yi izledim 6-7 dakika da olsa. izlediğim bölümde Pepee yeni bir görünüme kavuşmuş(izleyenler "Aa değişmiş, büyümüş!" diye yorum yaptı da). Acaba neden herkesin bildiği Pepee'yi göremedim hiç?
3- 2. madde bende neler eksiltecek?
4- Buzluğumda bekleyen barbunyaları pişirmeye neden kıyamıyorum? Onca zahmeti boşuna mı çektim?
5- Onca zahmeti göze alıp ayıkladığım barbunyaları pişirmeye neden üşeniyorum?
6- Neden bir günde Ayşegül Aldinç'e bayılmaya başladım?
7- Bu saatte herkes gibi uyumak yerine neden bunlarla uğraşıyorum?
8- Değil bir sonraki sayfası, bir sonraki satırı için bile meraktan öldüğüm kitabımı neden elime alamıyorum? Ona da mı kıyamıyorum?
9- Bunlara takılacak kadar boş vakti hangi ara buldum ben!
10- Yarın okula gitmesem olmaz mı?
11- Ben bunlarla uğraşırken sen n'apıyorsun?
12- Tüm bunların sebebi Pepee mi?

4 Mart 2014 Salı

bir nefeslik düşler

Bu gece bambaşka bir yerde bambaşka rüyalara açılan bir uykuya dalmak istedim. Günün tüm yorgunluğu üzerime çöktüğünde, nerede olduğumu, neden burada olduğumu ve neler yapamadığımı düşünemediğimde, hep böyle anlarda, mekan kavramı zihnimde sonsuzluğa ulaşıyor. Belki en sevdiğim belki de en nefret ettiğim anlar bunlar.

Bazen kendi kendime yarattığım küçücük bir umudu kalbimde çevirirken günlerce daha  hayata tutunurken bazen de en büyük umutları yok sayıp boşlukta yitmeyi bekliyorum saniyeler kocaman dişleriyle bana bakarken. Umutla umutsuzluk yer değiştirmek üzreyken de işte böyle kararsız sonsuzluklarda buluşuyorum kendimle. Neyse ki -en azından- bu anlar kendini tekrarlamıyor. Her seferinde bambaşka fikirler salıyor üstüme.

Son iki gündür nerede olduğumu unutuyorum örneğin. Olmak istediğim yerde hissediyorum kendimi, üstelik buna hiç odaklanmadan. Garip bir umut ve huzurla doluyor içim. Yapmam gerekenleri en iyi şekilde üstlenmeye çalışıyorum. Yaratmak, dokunmak, ulaşmak, başarmak... istiyorum.

Sanki bu şehrin üstündeki kara bulutlara çoook uzaklardan bakıyorum da yağmurunda ıslanmıyor, güneşinde yıkanıyorum. Öğrenilmiş çaresizliklerimin üzerine gidip her şeye baştan başlıyorum. Başladığımı sanıyorum.

Duygularımın yaşadığı, kendim olabildiğim yerlerde geziniyor ruhum. İçimdeki çocuğu tutsak etmediğim anlar biriktiriyor düşmemek için.

Şimdi yepyeni bir sabaha uyanmak için güzel rüyalara ihtiyacım var sadece. Bir nefeslik - bir ömürlük..

2 Mart 2014 Pazar

deja vuuu..uuffff

Heeep böyle yapıyorum ben.  Büyük konuşuyorum. Ufacık boyumla kendimden büyük cümlelerde kayboluyorum. Üstelik her defasında ben rahatça yiyeyim diye, devasa kelimeler ufalıp minicik bir lokmaya dönüşüyor. Sonra, "Aldım boyumun ölçüsünü daha da büyük konuşmam." diyorum.

Akabinde geliyor hayat beni sınav yapmaya. Karşıma en olmayacak şeyi çıkarıyor. Ben tabi her zamanki kocaman burnumla konuşuyorum: "Yok canım, hayatta olmaz!" diye. Sonra hooop yine nasıl olduğunu anlamadan temel gıdamı almış, karnımı doyurmuş oluyorum.

Murphy gelsin de şu yasalarının geçerliğini ne zaman yitireceğini bir konuşalım.  Sahi var mı bilen kaç kereden sonra etkisiz elemana dönüşecek? Yok ben pes etmiyorum ya, bari o etse...


12 Ocak 2014 Pazar

bekle/me!

Ve hayat kendine rağmen bize gelmesini beklediklerimizi beklemekle akıp gidiyor.. Beklenenler gelmiyor, gelenler.. onu sonra anlatırım. .

10 Ocak 2014 Cuma

balık..lık...

Doğan her yeni günle, gerçekten, yeniden yaşamaya başlıyorum. Dünde olan, gerçekten, dünde kalmayı başarıyor. Bunu nasıl yaptığıma bazen ben bile şaşırıyorum. Bir soluk nefese muhtaç bırakıldığımı dahi unutabiliyorum. Yeniden başlıyorum geride bıraktığım her şeye. Beni üzenlerle ilk kez karşılaşıyor, nefret ettiğim yerlere ilk kez adım atıyorum. Sanki.

Böyle değildim ben, "fil hafızalı" derdim kendime. Yüzüm gülse kalbim kabul etmezdi, yüzüm daha gülümseyemeden yeniden ekşirdi. Aslında övünürdüm de bu yönümle. "Ben" derdim, "birisinden şikayet ediyorsam eğer, bu onunla bir daha 'asla' samimiyetimiz olamayacağı içindir." Bugünse küçük bir balık gibiyim..

İyi ama ne oldu? Şimdi ayrımına vardığım doğruysa eğer, asıl şimdi bencilleştim. Bugüne kadar kendime vermediğim değeri veriyorum sanırım. Yaşadığım anı huzurlu geçirmek geri kalan her şeyden önemli geliyor. Bu yüzden insanların ne düşündüğü, ne gibi etiketleri bana layık gördüğü gittikçe önemini yitiriyor.

Eğer bu önermem doğruysa insanların kişilik tanımlamada son derece beceriksiz olduğu çıkıyor ortaya. Bugüne kadar kendimden çok herkesi düşündüm. Otobüste öylesine denk gelen yanımdaki yolcuyu bile kendimden fazla düşündüğüm anlar olduğu doğru. Bu süreçte genellikle bencillikle suçlandım. Oysa şimdi her şeyden önce "ben" varım ve insanlar iyi niyetli ve paylaşımcı olduğumu düşünüyor. Neye inandıklarını tanrı bilir ama bana söyledikleri bu.

Tam da buradan mevcut bir önermeye gidebiliriz aslında. Dalai Lama'nın meşhur sözü "Kendini sevmezsen başkalarını sevemezsin. Başkalarını sevmeyi beceremezsin. Kendine şefkat duymuyorsan başkalarına karşı şefkat duygusu geliştiremezsin." benim önermemi kırıyor.

Hayatsa işte bundan sonra gerçek anlamını buluyor. Sait Faik bizi alıp götürüyor: "Bir insanı sevmekle başlar her şey."

Not: Cemal Süreya, bugün bana senden başka pek çok şeyi düşündürdün. Huzurla uyu; çünkü tüm sözlerin layık olduğu kalplerde yaşıyor.

6 Ocak 2014 Pazartesi

peki ya aşk?

"Aşık olmak istiyorum."
"Çok aşığım."
"Aşk beni bulmaz ki..."
"Aşk nedir sahi?"
...

Defalarca duyduğum ve ömrüm yettiğince duymaya devam edeceğimden emin olduğum cümleler. Çok istedikçe kaçan, "Şimdi olmaz." deyince koşa koşa-şımarık çocuklar gibi- kucağınıza atlayan aşk. Oldurganlığa ve ettirgenliğe sonuna dek kapalı, kalıplarla ve kriterlerle ilişki kuramayan, aklına estiğince gezen şapşal şey. Ama gülümsettiği gerçek. Tanımı yapılamayan; çünkü aslında herkes için farklı kılıklara bürünmeyi iyi beceren başarılı palyaço.

Kendi mutsuzluğu ya da başkalarının mutsuzluklarıyla beslenen insan için film arası, hayatı fazla ciddiye alanlar için festival, boşvermişler için suare, sanatçılar için ilham. Kendini bulamayanlar içinse iyi bir öğretmen.

Benim için de çocukluğumu bana bağışlayan bir masal kitabı. Düşünmemi engellediğini sandığım, aslında zihnimi açan; kendimle yeniden barışmamı sağlayan, paslanmamı engelleyen gerçek. "Buldum seni!" dediğimde kıvrak bir çalımla duvarların ardına kaçan, "İstemiyorum seni!" dediğimde saçımı okşayan kararsız bir saat.

Hayır, seni aramıyorum; hayır, seni beklemiyorum ve yine hayır, senden vazgeçmedim. Çünkü sen, bana beni verensin ve insan kendinden umudu "asla" kesmez.

Bunca şarkı, şiir, film, roman yanılıyor olamaz. Gizemini hiç yitirme sen. Bilim her şeyi çözerken sen hep tanımsız kal ve bizi heyecanlandır. Her şeyin bir "tık" ötede yaşandığı bu devirde ulaşılmazlığınla büyüle bizi. Hayaller kurdur bize, hayal kurmayı unutan-belki hiç öğrenmeyen- çocuklarımızın bileti ol, öğretmeni ol sen. Ezginle sar bizi, dans ettir bize yaşamaktan vazgeçen dünyanın yaşlı kollarında. Üzerimize yağan yağmurun ardından yine renk ver bize, gökkuşağı olalım.

Çok yaşa sen... Yaşayalım...

 

sayfalar tükenince...

Her gün, her an yeni kararlar alıyoruz. Yeni yıl, doğum günü, sevgililer günü... derken bahaneler yaratıp her şeye yeniden başlamayı umut ediyoruz. Evet, bu sayede hayatta kalıyoruz. Doğru; ama ben diyorum ki bugün yepyeni bir karar almama kararı alsak acaba nasıl olur?

Yarın sabah ne giyeceğime, ne yiyeceğime karar vermesem misal ya da geceyi uzattığımın farkında olmasam da yarın okuldan dönünce uyumanın hesabını yapmasam... Ne bileyim hayat hep böyle aksa da ben yetişemesem.

Bir zamanlar çalıştığım bir tatil köyünde gazetelerden, internetten her türlü haber kaynağından uzak 3 ay geçirmiştim. İlk günlerde çok zor gelse de zaman içinde kendi küçük dünyamızın akışına kapılmak ruhumuzu tazelemişti. Gerçek dünyaya dönmek de ıstırap.. Şimdi bunun dönüştürülmüş 4 yıllık versiyonunun son 2,5'indeyim. İlk zamanlar yine çok sancılıydı. "Nasıl yapsam da kaçsam?" diye düşünmekten adapte olmayı düşünmedim bile. Şimdiyse dönüp bakıyorum ve diyorum ki: İyi ki buraya gelip de bu insanları katmışım hayatıma ve iyi ki buradaymışız yoksa karışamazdık böylesine birbirimize.

Özellikle bu gece, bu evde kelimelerim düşüncelerimin hızına yetişemezken vakit bulamadığım her şey için şükrediyorum.

Gerçek şans, sana "sen" olma fırsatını sunan insanlarla karşılaşmak.