21 Temmuz 2023 Cuma

Herhangi Bir Gece

 Gecenin yorgunluğu gözlerime yerleştiğinde uykuya direnmek hayatın akışına direnmek gibi geliyor. Nice söz versem de kendime her sabah, gece aynı senaryonun başrolünde olmayı kimseye kaptıramıyorum. Gece, yükünü yürekten alıyor. Ya da yürek, yükünü göstermek için geceye, karanlığa sığınıyor. Bir uyanış ki bu yaşanan, tüm uykulara bedel. Ama yine de bir rüyadan öte anlamı yok. Günün ilk ışığıyla yok olan bu gerçekler yalnızca gecenin karanlığında var olabilen birer hayaletten öte değiller. 

Yine böyle bir gecenin başrol oyuncularıyla oturdum, bakışıyorum. Fısıldıyorlar zihnime, kendi sesimle karıştırıyorum. Bildiğimi sandığım yabancı yollarda bir gezintiye çıkarıyorlar beni düşümde. Sanki ezbere bildiğim, aslında hiç uğramadığım o sokak aralarından son kez geçiyorum şimdi. 

...

"İyi planlanmış bir intihar planına ihtiyacın var. Son kez bu sokaklarda yürüyüp o acısız sandığın rayların ortasında yok olmalısın. Anna'ya bu kadar düşkün olmayacaktın. Biliyorsun ki evren, düşüncelerinden ibaret bir illüzyon."

"Sonsuzluğa ve umuda açılan kapılara ihtiyacın var. O kapıları kaç kez inşa edip 'Anahtarı yuttum ki!' diyenlerle savaştın hatırlamıyorsun. Tebrikler! Tam şu anda pes ederek veriyorsun onlara galibiyeti.”

“Hangi galibiyeti? Neyin galibiler sahi?"

"Güçlü değilsin artık. Anna'nın çığlıkları kulaklarını tırmalamıştı hani 'Ben güçlü olmak değil, mutlu olmak istiyorum!' diyen. Sahi, neden sevmiştin Anna'yı tam olarak? Güçsüzlüğüne duyduğun saygıdan mı?"

"Birinin hayatında bir seçenek olarak yaşayamayacak ve ondan gidemeyecek kadar güçsüz, yorgunsun. Bu hayatla tek başına mücadele edemeyecek kadar güçsüz, ondan başkasını düşlemeyecek kadar da güçlü... Umutlarının tükendiği böyle bir gecede, daha iyisi gelmiyor değil mi zihnine? Basit sanılan dünyanın en zor seçeneğinde karar kılmaya çalışıyorsun."

"Sahi Polyanna'yı kim okuttu sana? Yorulmadın mı? Anna'yı, sevebilme becerisinden ötürü sevmiştin sen. Güçsüz değildi  o. Kendine rağmen sevmişti ve sen sevginin ne olduğunu hatırlamadığın o günlerde bir mucizeyi izler gibi izlemiştin satırları. Çevresindeki tüm yapmacıklıklara rağmen gerçekti onun duruşu... ya da öyle çok ihtiyacın vardı ki böyle bir örneğe, yonttun kafanda tüm hikayeyi kendi isteğine göre."

Öyle çok konuştum ki susmak istiyorum. Ama hiçbir şey anlatmadım henüz, doyasıya yaşamadım tüm o hayalleri. Susamıyorum. Halen görmek istediğim üç beş sokak var bu dünyada, halen tatmadığım duygular... Sanırım tam da o kadının dediği noktadayım ve hiç tadamayacağım duygular var cebimde. Arada bir onları çıkarıp okşuyorum, nasıl güzel olacaklarının hayaliyle. Oysa bir üflesem, bir karışsa bahçenin tozuna, bir bitse ihtimalleri, rahatlayacağım belki.. Küsme bana güzel kızım, avucumdan fırlayıp toz olan yalnızca hayalin... Hem sen hiç doğmadın ki. Ama çok isterdim o labirentlerin arasında bulduğum kitaplardan birinin sayfalarından kokunu içime çekmeyi. Hem biliyor musun elin ayağın, kalbin ve aklın bir oluşsa da görsen burayı; sen de toz olmanı istememe sevinirdin.

Küçük hataların büyük ömürleri kurban ettiği bir yüzyıl bu.

“Anna  gibi…”

Hayır, değil! Hatasız yaşamak da sanıldığı kadar kolay değil. Basit hatalardan bahsediyorum ben; üzerinde düşünülmüş, belirli sonuçların değişecek olması ümidinin kalbi şaşırttığı hatalardan değil…

“Hmm, e Anna gibi işte! Sen onun sonuçları öngörebildiğine gerçekten inanıyor musun?”

Elbette inanıyorum. Anna salak bir kadın değildi. Ben de değilim gerçi… Ama Anna bir mucize bekledi çünkü sevgiye inanıyordu.

“Peki ya sen?”

Yapılacak bunca şey varken insanın düşünmeye ve çözümlemeye vakti olmuyor!

“Sevgiye inanıyor musun, diye sormuştum.”

İnsan sabahtan akşama koştururken yiyeceği yemeği bile planlayamıyor …

“Sorularıma yanıt vermemeyi seçeceksen bileyim.”

İnanıyorum.

“Peki, bu…”

Ne yazık ki…

Halen…

“O halde?”

Anna kendi deneyiminin sonuçlarını okumamıştı. Ben öyle değilim.

“Yine yanılıyorsun. Anna’nın da önünde kendine göre örnekleri vardı. Ama o, sevgiye inanmayı seçti. Başka türlü yaşamayı onun da bildiğine emin olabilirsin.”

Sen şimdi Anna’yı mı savundun?

“Ben sevgiyi savundum. Plansız ve çıkarsız sevgiyi.

Değişiyorsun sanki.

“Hayır, sen inatçılığı bırakıp anlamaya çalışıyorsun.”

“Katılıyorum. Tüm yaşananlar, senin algın ve yorumlama becerinle alakalıdır. Evren bir illüzyondan ibaret.”

Oo, bayadır  yoktun!

“Bana ihtiyacın yoktu.”

Evreni de yaşananları da basitleştirmeyi bırakın! Burası bir tiyatro sahnesi değil. Yaşananlar da kontrol edemediğimiz şekilde gerçek.

“Yine yanlış yorumladın. İllüzyon yaşananlarda değil, hislerinde. Hislerinse bakış açına bağlı.”

Doğru mu anlıyorum? Burada bir ölüm var ve siz, benim hislerimin tamamen algıma bağlı olduğunu söylüyorsunuz. 

“Hayır, elbette ölüm karşısında üzülmen hatta yoksunluk hissetmen gayet normal. Ama başkası adına düşünemezsin. Hele ölmüş biri adına hiç!”

“Pardon pardon, ölen kim?”

Sanki…

“Yaşama ve kendine olan inancı…”

“Anladım anladım, soyut kavramlara vurulmuş afili cümleler kurmayı meziyet saydığınız bir sohbet bu.”

"Hayır, ölüm var ve ölümün olduğu yerde ancak anlamsız sözler dizilir. Yeterince anlamsız olmazsa, acı kendini hissettirir. Biz sadece acının üstüne toprak atıyoruz."

"Ve toprak yeşermenin yurdudur. Yeşertmek için örtüyoruz.."

Yeşerecek mi diyorsunuz? 

"Bu gece değil." 

"Önce gübre gerek."

Ama gübre..? 

"Evet, içindeki gübrenin faydası olmaz. Onları toprağa salacaksın önce." 

Anladım.. 


17 Ekim 2018 Çarşamba

Çocuklar Kitaplar Umutlar


08.04.2013 06.10 - 11.50
Nöbetçiyim. İdareye zorla seçtirdiğim okuma becerileri dersinde okumak için götürdüğüm Hayvan Çiftliği'ni masaya bırakıyorum. Pencereden, gelen servislerin plakalarını almaya çalışıyorum. Çocuklar evden getirdikleriyle sobayı yakmaya çalışıyor, onları sınıfta yalnız bırakamam. İ... usulca alıyor masadan kitabı. Tepki vermiyorum. Camdan yansımasını izliyorum. Okumaya Sunuş'tan  başlıyor. Seviniyorum. Ön sözleri atlamamayı öğrenmiş. Gelecek tüm servisler bitince dönüyorum masaya. İ...'nin önünde duran sayfalarının çoğu kayıp Falaka'yı alıyorum, ona hiç bakmadan. Bana bakıyor kızıp kızmadığımı anlamak için.
Çakmak çakmak bakar o. Serttir aynı zamanda ama ürkekti de tam o anda. Zekidir ayrıca. Dudağımın bir kıvrımından anlıyor kızmadığımı. Arkasına yaslanıp okuyor rahatça.
Ders bitti. Ben montumu giyerken o, çoktan değiştirmişti kitapları. Çıktım.
5 öğretmenli, 8 derslikli, herkesin her dersin öğretmeni olduğu okullarda paramparçadır ders programları. Dersin ikinci yarısı günün son saatine denk geliyor. Gözümün içine bakarak, hiçbir şey söylemeden uzanıyor kitaba -ama bu kez daha güvenli- ve ihmal etmiyor beni, kendiliğinden bırakıyor Falaka'yı önüme. Hemen yaslanıyor arkasına bu kez fazlaca. Bir süre sonra dikkatimi çekiyor arkasında oturan S... de okuyor kitabı onunla. Dayanamayıp fotoğrafını çekiyorum o sahnenin.
Amacım mı? Sadece mutluyum. Pek çoğuna henüz okuma yazma öğretmeye çalıştığımız o günlerde bir 5. sınıf öğrencisinin bir kitabı merak edecek kadar kitaba yaklaşmasından mutluyum sadece.
------------------------------------

Kitabın yaşına uygun olmadığını, ileride okursa daha iyi anlayacağını söylediğimde, "Ben de bir gün büyüyeceğim, şimdi sıkıcı geldi ama o zaman anlayıp sevip sevmediğime bakarım, öğreneyim." demesi kurdurdu bize o kütüphaneyi. Orada olduğum sürece de umut oldu bu bana. Hiçbir şeyin boşa olmadığını hissettirdi. Ve ondan öğrendim, sınıfa götürdüğüm kitabın önemli olduğunu. Ondan öğrendim, onlar için görünmez olmadığımızı. Ondan öğrendiğim için okuyorum bunca çocuk kitabını.


Şimdi umulmadık bir anda önüme düşen o fotoğraf ve altında yazan o cümlesi yine umut oldu tam zamanında.

21 Nisan 2015 Salı

Gitmem lazım...

Insanların beklentilerini karşılayamıyorum. Yoruldum. Içinde bulunduğum yaşam, beni besleyen yaşam tarzından çok uzak. Çoğu zaman ayakta kalıp sorunları görmezden gelmeye çalışıyorum. Bu seneyi diğerlerinden çok da iyi geçirdim aslında. Ama daha fazla dayanamıyorum.
Yorgunluğuma ilaveten mutsuzum. Insanların taleplerini karşılayamıyorum. Ve insanlar, talepleri karşılanmadığında "Bir sorun mu var?" demek yerine "Nasıl olmaz!" demeyi seçiyor. Yorgunluklarımın üst üste binmesinin en önemli nedenlerinden biru de şu: içten bir şekilde "Nasılsın?" demiyor insanlar. Sorduklarında, samimiyetine inandıklarıma açılmaya çalışıyorum. Ezberden "Olsun, sıkma canını, geçer, az kaldı..." cümlelerinden başkasını duymuyorum.
Herkes çok yoğun, her şey çok hızlı...
Ben bu kadar yalnız kalmayı ne zaman öğrendim?
Sınıfta geçirdiğim saatlerde öğrencilerle iletişim kurmak dahi zor geliyor.
Canımın canı bunu normal bir süreç olarak görüyor. Onun da gücünü tükettim. Artık bana elini uzatamıyor.
Gitmem lazım... Artık gitmem lazım...

31 Ekim 2014 Cuma

savaşçı

Sonsuz bir yalnızlık, yalıtılmışlık içindeyim yine. Ucu sonu belli olmayan fütursuz sohbetlerin çağrışımlarla beslendiği zamansız anlardan birini yaşamak için neler vermezdim. Mevsimin vurucu etkisini saymazsak görünürde böyle olmama bir neden yok.

Yağmurun kattığı yalnızlık, acı, huzursuzluk için yeterince yaşlanmadım mı artık? Hem, iki kişilik yağmurlar da var, biliyorum. Artık yıkanmak istediğim yağmurlar tek kişilik olanlar değil.

Hem aslında o kadar güçlü de değilim ki ben. Mary Margaret misali "Hayatta kalmam için ne gerekiyorsa onu yapıyorum sadece." Çok da çabuk kırılıyorum üstelik. Üzülüyorum ölesiye. Kalbimin acısından nefes alamıyorum yer yer.

Siz çıkınca karşıma hiçbir şey yokmuş gibi iliklerime batan, susuyor ve gülümsüyorum. Öyle umursamaz tavırlarıma tanık oluyorsunuz ki bazılarınızın nasıl imrendiğini okuyorum gözlerinde satır satır. Oysa imrenilecek bir şey yapmıyorum. Yeni güne gözünü yalnız açan otuzundaki her kadının öğrenmişliğiyle yeni bir kalp ağrısından koruyorum yalnızca kendimi. Beynimin aksine otuzuna ulaşamamış, atlı karıncadaki atın üstünde dünyanın en büyük heyecanını yaşadığına inanan minik bir kız çocuğunun kalbini taşıyorum hala.

Mantıksal düzlemde her şeyi çözüme kavuşturan beynime inat çarpıyor kalbim. Bin kere düşse yine ayağa kalkacak savaşçı ruhlu bir erkek çocuğu gibi.

28 Ekim 2014 Salı

eylül

Evden çıktı. Hiçbir şey düşünmemeye gayret ediyordu. Etrafına baktı, insanlar işleriyle öylesine meşguldü ki bir an kıskandı bu hayatla savaşan amaçlı insanları. Nereye gideceğini dahi bilmiyordu. Alışkanlıkla markete uğrayıp bir sigara aldı. Oradan otobüs durağına geçti. Gelen otobüse binip aşağıdaki durakta indi. Buraya kadar alışkanlıkla gelmişti ama şimdi bir tercih yapması gerekiyordu: Alsancak’a mı, Konak’a mı gidecekti? “Hangisi önce gelirse ona binerim.” Diyerek bu kısacık düşünme molasını da bitirdi. Şimdi boş gözlerle yola bakıyordu.  “ Acaba hangisi önce gelecek?” diye bile düşünmedi. Ve yine düşünmeden bindi Narlıdere otobüsüne. Şimdi yeni bir soruya cevap vermesi gerekecekti: Hangi durakta inecek? Bunu düşünmeyi de erteledi.

Susuz Dede durağına geldiğinde düşünmeden indi otobüsten. Durup etrafına baktı, her şey çok değişmişti. Karşıdan gelen uzun boylu çocuk ve yanındaki kısa boylu kıza takıldı gözleri. Mutlu oldukları her hallerinden belliydi. Birbirlerine sarılmış yürüyorlardı. Kız, hararetli hararetli bir şeyler anlatıyor, çocuk sanki dünyanın en önemli şeyini yapar gibi tüm dikkatiyle dinliyordu onu. Merdivenlere geldiklerinde yukarı doğru koşmaya başladılar. Falcılar kesti yollarını. Kıkırdayarak aşağıya koştular bu defa. Kız yandaki parka dalıp salıncağa atladı, biraz sallandı etrafı kahkahalarıyla çınlatarak. Tanıyor gibiydi onları. Ama onlar dünyadan bihaber yaşadıklarından fark etmemişlerdi onu.

Kız bu kez salıncağı bırakıp tahterevalliye koştu. Ve başladı pazarlığa. Eğer çocuğu biraz indirmeyi başarırsa dondurma istiyordu. Çocuk kızı biraz uğraştırdıktan sonra bıraktı kendisini. Dondurmalarını alıp bu kez sakin sakin çıktılar yukarı. Oturdukları yerde sarıldılar birbirlerine.

Onları izlerken düşünmekten kaçmasına da gerek kalmıyordu. O da oturdu bir yere, manzarayı seyretti bir yandan doya doya. Bir an kıza takıldı yine gözü, ayağa kalkmıştı. Çocuk önce ellerini tuttu, sonra sarıldı ona. İşte en sevdiği sahne vardı önünde. Ağladığını fark edemediği içten bir gülümseme ile izledi onları. Sonra mesaisini bitiren güneşi izlemeye başladı yeniden. Tam bir dilek tutmayı düşündüğü sırada kızın sesiyle onlara çevrildi dikkati…

Kız ağlıyor, başını sallıyor, düşmanıymış gibi bakıyordu çocuğa. “Mutlu aşk yok değil mi? Tüm mutluluklar da aşklar gibi yalan!” dedi kendi kendine. Tekrar başını çevirdiğinde kızın ve çocuğun görüntüsü silik bir hal almıştı. Güneşin yavaş yavaş gözden kaybolması gibi oldukları yerde yok oluyordu görüntüleri. Neye uğradığını şaşırdı, tekrar tekrar baktı, yoktular… Sonra birden kızın sesini duydu yeniden: “Beni aldattığını hissetmiştim, bunu nasıl yaparsın?!” Derken birden önünde belirdi kız ve çocuk. Yine kız konuşuyordu: "Sana inanmıyorum, daha bir yıl önce aldattım, pişmanım diyordun; şimdi öyle bir şey yok, seni üzmek için söyledim diyorsun! Sen doğru nedir bilir misin?” Çocuk cevap verdi: “Aşkım özür dilerim, gerçekten yoktu…”

Birden yine kayboldular. Korktu. Neler olduğunu anlamaya çalışırken çocuğun sesini duydu yeniden: “Eylül! Lütfen!” Dondu kaldı. Neler olduğunu anlamıştı. Anlamıştı ama bütün bunlar ne demek oluyordu? Neden hala aşk demek o demekti? Neden unutmuyordu tüm bunları? Bilinçsizce buraya gelişi, bu anılara sığınışı… Oysa nasıl huzur bulmuştu onları izlerken.

Aşk, saf, temiz, tutku dolu, şefkat dolu aşk… Yaşamıştı bunu. Bunu düşününce yine bir huzur hissetti içince. Demek ki hayat böyleydi. Üniversite sınavına girdiği günler geldi aklına. Uzun süren bir mutsuzluk ve sonunda istediği bölüm. “Mutlu, güzel bir aşk ve sonsuza dek ayrılık. Şimdi işsizlik, mutsuzluk… Demek ki sırada güzel şeyler var.” diye düşündü

Düşünmekten kaçtığı bu günde öylesine derine dalmıştı düşünceleri. Kalktı yerinden, çocukluğunun, gençliğinin sığınağına dönüp baktı, her zamanki gibi yine içi rahatlamış, huzur dolmuştu. Yavaş yavaş yürüdü durağa. Öleceğini sanarak çıktığı bu yoldan, kıskandığı insanlar gibi umut dolu dönüyordu.

29 Eylül 2014 Pazartesi

Coğrafya kader midir?

 Şöyle bir düşündüm de insanlar benim yaşımdayken neler neler başarmış, ben daha büyümeyi bile başaramamışım.
 Öğretmen olmak istemiyorum bugün ben. Çünkü buralarda öğretmen olmak çatık kaşınızla "Hmmm!" deyip parmağınızla çocuğu tehdit etmekten geçiyor. En ufak bir boşluk, iyi niyet, etkinlik; telafisi mümkün olmayan otorite boşlukları yaratıp bütün bir seneyi hiç etmenize yol açıyor.
 Oysa hayalimdeki öğretmenlik hiç böyle değildi. Şimdilerde kaldırılmak için uğraşılan dershanelerden birinde çalışırken aslında hayal ettiğime daha yakın bir öğretmen profilim vardı. Gülümseyen yüzüm, işlediğimiz konulara eşlik eden melodiler, özgürce dillendirilen esprilerle pekiştirilmiş detaylar... Not korkusuna karışmamış samimi öğretmen - öğrenci ilişkileri. . Ey gidi...
 Bugün, okulun 3. haftasına başladık. Yıllık planlara bakarsak neler neler yapmalıydık. Oysa gelmesi gereken 360 öğrencinin sadece 60 tanesi okulda. Gelmeyen, gelemeyen, tarlaya gönderilen 300 tanesini yok sayamadığımdan ama sınıfta olmayı başaranlara da kıyamadığımdan yapabildiğim tek ve en eğlenceli -ve tabi faydalı- şeyi yapıyorum. Talan edilen kütüphanemden elimde kalanları dağıtıyorum onlara. Bir de kulaklarına yabancı gelecek ama dinledikçe alıştıklarına tanık olduğum senfonik şarkılar açıyorum. Müzikten kaçan kitaba sığınsın, kitaptan kaçan müziğe alışsın diye. Sonuçta sanat, illa ki değecek ruhlarına. Keşke azıcık anlasam da yol gösterebilsem, resim yaptırsam. Ben boşverdim sıfatı, zamiri... Türkçe bilmeyen çocuklara sıfatla veremem hiçbir şeyi.
 Hem bu kısır coğrafyada insan en çok ümit etmeye, hayal kurmaya, inanmaya ihtiyaç duyuyor. Ne bir müzik öğretmeni ne bir resim öğretmeni gördüler bugüne kadar. Senin benim girdiğim derslerde çocukluğun verdiği sonsuz hayal gücüne rağmen yaratamıyor çocuklar.
 Daha, basit bir kağıda 3 farklı ağaç hayal edip çizemezken gelecek hayali kurup ona ulaşmak için sıfat mı çalışacak bu çocuk allasen?

 - Soruyorum: Coğrafya kader midir?
 - Bilmem...

Zar zor hayal kurdurduğum kızlarımdan biri kendine hedef koydu: Hemşire olacaktı. Geç kaldıysa, sağlık meslek lisesini kazanamazsa da herhangi bir liseye gidip sonra hemşire olacaktı.
 Kazanamadı sağlık meslek lisesini. Yine de fena sayılmayacak bir okula yetti puanı. Yetti yetmesine de devletin sağladığı servis saatleriyle okul saatleri uyuşmuyor. O servisler dışında köye ulaşım sağlamak da mümkün değil.  Bak işte coğrafya nasıl kaderden de kader! Çocuk yaşta zorla evlendirilenlere falan değinmiyorum bile, en umutlulardan açıyorum kapıları yine de elimden geldiğince.
 İşte bir yanda yaşlılığın arifesinde büyümeyi başaramamış bir öğretmen bir yanda çocuk yaşında kocaman olmuş minik kadınlar, adamlar; öte yanda buradayken hayalini dahi kuramadığımız o başarılı insanlar...

 - Şimdi yine soruyorum: Coğrafya kader midir? Ne dersin?

21 Eylül 2014 Pazar

bir varmış, bir yokmuş...

Uzun zamandır zihnimi zorlayıp beni şaşırtarak anıma keyif katan bir şey bulamamıştım Oğuz Atay dışında. İzleyebildiğim son dizi ise Leyla ile Mecnun olmuştu. Çünkü saflık, inanç ve umut vardı dizide. Aynı zamanda da hiçbir şey "imkansız" değildi. Başrol oyuncusu da yaralanabiliyor ve hatta ölebiliyordu. Sınırların dışında bir algı ve hayal gücüyle yazılmış bir senaryonun doğaçlamalarla süslenmiş replikleriyle karşılıyordu bizi, oyuncu olduklarını bize unutturan kahramanlar.

Özellikle aradığımı bana veren bu diziden sonra diğer şeyleri hiçbir şekilde izleyemez olmuştum. 15 dakikasını seyrettiğim 70. bölümünü oynayan bir dizinin dahi geçmişini ve geleceğini çözebiliyordum. Tahmin ettiğiniz gibi o anda bırakıyordum. Bir müddet Yüzüklerin Efendisi gibi görselliğiyle beni oyalayacağına inandığım kurgulara yöneldim ama bir süre sonra oradaki görselliklerin de tekrara düştüğünü fark ettim ve her zamanki gibi bıraktım.

3 hafta önce adını sıkça duyduğum "Once Upon A Time" adlı diziye bir şans vermeyi düşündüm. Daha ilk bölümden alıp sürükledi beni. Evet, bildiğimiz Pamuk Prenses ve 7 Cüceler, Karlar Kraliçesi, Rapunzel'in ve diğerlerinin ait olduğu bir masal dünyasıydı anlatılan. Ama her hikayeyi hiç bilmiyormuş gibi izledim. Çünkü bildiğim tüm masallar bambaşka biçimlerde ama orijinal olgusuna zarar verilmeden işlenmiş. Üstelik Leyla ile Mecnun'da olduğu gibi burada da "imkansız" diye bir şey yok. En ummadığınız anlarda "Yok canım, olmaz ki?!" dediğiniz şeyler oluveriyor. Hatta büyük çoğunlukla aklınıza ihtimali dahi düşmeyen şeylerle karşılaşıyorsunuz. Karakterlerin değişime uğrayabilmesi de hayal gücünüzü tetikliyor. İnanılmaz bir bağ ile işlenmiş karakterler hem hayal gücünüze hem kalbinize dokunuyor. Ayrıca görselliğiyle de emeklerine vaktinizi ayırmaya değer olduğunu ispatlıyor.

Birikmiş 3 sezonu 3 haftada -bitmesin diye idareli(!) izleyerek- bitirdim. Yeni sezon içinse sabırsızlanıyorum.

Bittiğinde aklımda kalan, her masalın özünde olduğu gibi "iyilik" vurgusuydu ama günümüzün deneyimleriyle bezenip biraz şekil değiştirmiş bir iyilik. İyi olmak önemli ama esas olan akıllıca yapılan iyilik. Bazen "iyi" olmak için "kötü" görüneni seçmek ya da her şeyi oluruna bırakmaktır "iyilik".

Aslında bu tezi daha önce keşfettiğimin ayrımındayım, bilmediğim bir coğrafyada bilmediğim "doğru"larla yoğrulurken verdi hayat bana bunu. Belki tam da bu yüzden içselleştirdim bu diziyi. Eksik kaldığım noktaysa iyi şeylerin olacağına "inanmak"mış.

Ben çok geç kalmış bir izleyicisiyim bu dizinin ve internet aracılığıyla izledim diziyi ama Fox'ta da yayınlandığını öğrendim. Yeni sezon 28 Eylül'de başlıyor, bence bir şansı hak ediyor dizi hatta içinizdeki çocuk oralarda bir yerlerdeyse fazlasıyla hak ediyor.