21 Temmuz 2023 Cuma

Herhangi Bir Gece

 Gecenin yorgunluğu gözlerime yerleştiğinde uykuya direnmek hayatın akışına direnmek gibi geliyor. Nice söz versem de kendime her sabah, gece aynı senaryonun başrolünde olmayı kimseye kaptıramıyorum. Gece, yükünü yürekten alıyor. Ya da yürek, yükünü göstermek için geceye, karanlığa sığınıyor. Bir uyanış ki bu yaşanan, tüm uykulara bedel. Ama yine de bir rüyadan öte anlamı yok. Günün ilk ışığıyla yok olan bu gerçekler yalnızca gecenin karanlığında var olabilen birer hayaletten öte değiller. 

Yine böyle bir gecenin başrol oyuncularıyla oturdum, bakışıyorum. Fısıldıyorlar zihnime, kendi sesimle karıştırıyorum. Bildiğimi sandığım yabancı yollarda bir gezintiye çıkarıyorlar beni düşümde. Sanki ezbere bildiğim, aslında hiç uğramadığım o sokak aralarından son kez geçiyorum şimdi. 

...

"İyi planlanmış bir intihar planına ihtiyacın var. Son kez bu sokaklarda yürüyüp o acısız sandığın rayların ortasında yok olmalısın. Anna'ya bu kadar düşkün olmayacaktın. Biliyorsun ki evren, düşüncelerinden ibaret bir illüzyon."

"Sonsuzluğa ve umuda açılan kapılara ihtiyacın var. O kapıları kaç kez inşa edip 'Anahtarı yuttum ki!' diyenlerle savaştın hatırlamıyorsun. Tebrikler! Tam şu anda pes ederek veriyorsun onlara galibiyeti.”

“Hangi galibiyeti? Neyin galibiler sahi?"

"Güçlü değilsin artık. Anna'nın çığlıkları kulaklarını tırmalamıştı hani 'Ben güçlü olmak değil, mutlu olmak istiyorum!' diyen. Sahi, neden sevmiştin Anna'yı tam olarak? Güçsüzlüğüne duyduğun saygıdan mı?"

"Birinin hayatında bir seçenek olarak yaşayamayacak ve ondan gidemeyecek kadar güçsüz, yorgunsun. Bu hayatla tek başına mücadele edemeyecek kadar güçsüz, ondan başkasını düşlemeyecek kadar da güçlü... Umutlarının tükendiği böyle bir gecede, daha iyisi gelmiyor değil mi zihnine? Basit sanılan dünyanın en zor seçeneğinde karar kılmaya çalışıyorsun."

"Sahi Polyanna'yı kim okuttu sana? Yorulmadın mı? Anna'yı, sevebilme becerisinden ötürü sevmiştin sen. Güçsüz değildi  o. Kendine rağmen sevmişti ve sen sevginin ne olduğunu hatırlamadığın o günlerde bir mucizeyi izler gibi izlemiştin satırları. Çevresindeki tüm yapmacıklıklara rağmen gerçekti onun duruşu... ya da öyle çok ihtiyacın vardı ki böyle bir örneğe, yonttun kafanda tüm hikayeyi kendi isteğine göre."

Öyle çok konuştum ki susmak istiyorum. Ama hiçbir şey anlatmadım henüz, doyasıya yaşamadım tüm o hayalleri. Susamıyorum. Halen görmek istediğim üç beş sokak var bu dünyada, halen tatmadığım duygular... Sanırım tam da o kadının dediği noktadayım ve hiç tadamayacağım duygular var cebimde. Arada bir onları çıkarıp okşuyorum, nasıl güzel olacaklarının hayaliyle. Oysa bir üflesem, bir karışsa bahçenin tozuna, bir bitse ihtimalleri, rahatlayacağım belki.. Küsme bana güzel kızım, avucumdan fırlayıp toz olan yalnızca hayalin... Hem sen hiç doğmadın ki. Ama çok isterdim o labirentlerin arasında bulduğum kitaplardan birinin sayfalarından kokunu içime çekmeyi. Hem biliyor musun elin ayağın, kalbin ve aklın bir oluşsa da görsen burayı; sen de toz olmanı istememe sevinirdin.

Küçük hataların büyük ömürleri kurban ettiği bir yüzyıl bu.

“Anna  gibi…”

Hayır, değil! Hatasız yaşamak da sanıldığı kadar kolay değil. Basit hatalardan bahsediyorum ben; üzerinde düşünülmüş, belirli sonuçların değişecek olması ümidinin kalbi şaşırttığı hatalardan değil…

“Hmm, e Anna gibi işte! Sen onun sonuçları öngörebildiğine gerçekten inanıyor musun?”

Elbette inanıyorum. Anna salak bir kadın değildi. Ben de değilim gerçi… Ama Anna bir mucize bekledi çünkü sevgiye inanıyordu.

“Peki ya sen?”

Yapılacak bunca şey varken insanın düşünmeye ve çözümlemeye vakti olmuyor!

“Sevgiye inanıyor musun, diye sormuştum.”

İnsan sabahtan akşama koştururken yiyeceği yemeği bile planlayamıyor …

“Sorularıma yanıt vermemeyi seçeceksen bileyim.”

İnanıyorum.

“Peki, bu…”

Ne yazık ki…

Halen…

“O halde?”

Anna kendi deneyiminin sonuçlarını okumamıştı. Ben öyle değilim.

“Yine yanılıyorsun. Anna’nın da önünde kendine göre örnekleri vardı. Ama o, sevgiye inanmayı seçti. Başka türlü yaşamayı onun da bildiğine emin olabilirsin.”

Sen şimdi Anna’yı mı savundun?

“Ben sevgiyi savundum. Plansız ve çıkarsız sevgiyi.

Değişiyorsun sanki.

“Hayır, sen inatçılığı bırakıp anlamaya çalışıyorsun.”

“Katılıyorum. Tüm yaşananlar, senin algın ve yorumlama becerinle alakalıdır. Evren bir illüzyondan ibaret.”

Oo, bayadır  yoktun!

“Bana ihtiyacın yoktu.”

Evreni de yaşananları da basitleştirmeyi bırakın! Burası bir tiyatro sahnesi değil. Yaşananlar da kontrol edemediğimiz şekilde gerçek.

“Yine yanlış yorumladın. İllüzyon yaşananlarda değil, hislerinde. Hislerinse bakış açına bağlı.”

Doğru mu anlıyorum? Burada bir ölüm var ve siz, benim hislerimin tamamen algıma bağlı olduğunu söylüyorsunuz. 

“Hayır, elbette ölüm karşısında üzülmen hatta yoksunluk hissetmen gayet normal. Ama başkası adına düşünemezsin. Hele ölmüş biri adına hiç!”

“Pardon pardon, ölen kim?”

Sanki…

“Yaşama ve kendine olan inancı…”

“Anladım anladım, soyut kavramlara vurulmuş afili cümleler kurmayı meziyet saydığınız bir sohbet bu.”

"Hayır, ölüm var ve ölümün olduğu yerde ancak anlamsız sözler dizilir. Yeterince anlamsız olmazsa, acı kendini hissettirir. Biz sadece acının üstüne toprak atıyoruz."

"Ve toprak yeşermenin yurdudur. Yeşertmek için örtüyoruz.."

Yeşerecek mi diyorsunuz? 

"Bu gece değil." 

"Önce gübre gerek."

Ama gübre..? 

"Evet, içindeki gübrenin faydası olmaz. Onları toprağa salacaksın önce." 

Anladım.. 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder