Yeppyeni bir yıl var önümüzde. Yine hayaller kurup yine kırıklar toplayacağız bahçemizden. Kimi zaman da meyve verecek hayal bahçelerimiz. Sabırsızlık ise bazen meyveleri kırığa dönüştürecek bazen de meyve olmasını beklediğimiz kırıklarla yüzleşmemizi sağlayacak.
Son 2 gün zihinsel başlangıcımız için. Tazelenmek için hep böyle bahanelere ihtiyacımız var nedense..
Kendi adıma 2013'ü kapatırken hayatımdaki tüm belirsizliklere nokta koymayı hedefledim. Belki biraz geç kaldım ama ilk iki adımı da bugün itibariyle tamamladım. 2013'ten bana kalan hiç meyve yokmuş. Canım mı? E, acıdı tabi biraz. Ama geçecek.. Hatta geçmeye başladı bile. Bakış açısına göre sabırsızlık etmiş olabilirim. Oysa gerçek: "Bu benim hayatım!" ve ben onu iyisiyle de kötüsüyle de kabullenmeye hazırım. Geride bıraktığım -özellikle- 8 senenin tamamında olduğu gibi.
Yepyeni hayallerim, bin bir çeşit umutlarım yok, dahil olmaya hazırlanan 365 için. Hayallerim aynı, beklentilerim yerini akışa bırakıyor, her başlayan yeni sabahla.
Bugüne kadar gözümde büyüttüğüm bir yaş bekliyor beni bu yıl. Onu da bir şenlik havasında kabule hazırım. Hatta onun için sabırsızlanıyorum, diyebilirim. Ve öğreniyorum ki ne yaparsan yap, zaman kendi hızını bozmadan yoldan topladıklarını getirip seriyor önüne. Hayır, yaşlanmadım. İçimdeki büyük enerjiyle büyüyorum sadece ve gülümsüyorum önümde açılacak her kapıya.
30 Aralık 2013 Pazartesi
28 Aralık 2013 Cumartesi
ve ben..
"Bir büyük boşlukta bozuldu büyü. ."
Ötesine hacet var mı bilinmez. Sustukça susarsın da içindeki boşluk dolmak için sözcükleri arıyorsa eğer işin zor. İşin cidden zor.
Ama işte tüm cesaretinle susarsın bazen.
O vakit şimdi susma vakti. Haydi, topla bütün cesaretini!
Ötesine hacet var mı bilinmez. Sustukça susarsın da içindeki boşluk dolmak için sözcükleri arıyorsa eğer işin zor. İşin cidden zor.
Ama işte tüm cesaretinle susarsın bazen.
O vakit şimdi susma vakti. Haydi, topla bütün cesaretini!
26 Aralık 2013 Perşembe
incelikler yüzünden...
İncindim, incitildim derinden.
Terk ettim kendimi.
Tesadüfen karşılaştım içimde
Kendimle yeniden.
Bir minicik kız çocuğu
Bak,
Duruyor orada hala
Anlatamam gördüklerimi, o neşeli çocuğa
Artık beni asla yaralayamaz hayat, eğer istemezsem,
Yıllar beni kolay yakalayamaz, ben durup beklemezsem
Siz yine de incelikli davranın
Benim kadar değilse de
Ben, bu yüzden,
İncelikler yüzünden,
Belki daha çok üzüldüm...
Bir minicik kız çocuğu
Bak,
Duruyor orada hala...
Ve günlerden bir gün olduğunda tekrar diyeceğim ki:
Artık beni asla yaralayamaz hayat, eğer istemezsem,
Yıllar beni kolay yakalayamaz, ben durup beklemezsem...
Ama bugün minicik kız çocuğuna sarılıp onu koktuğu her şeyden koruyacağım..
16 Aralık 2013 Pazartesi
Basit.. mi?
İçimde yine bir yığın söz, bu kez sayfalarca susmak istiyorum. Çığlık çığlığa saklasın her şeyi ardımda bıraktığım kilometrelerce beyaz sayfa.. Ya da düşüncelerimi önceden keşfeden onca yetenekli şair, yazar anlatsın bu kez benim yerime nefeslerimi. Hatta mümkünse düşünsünler benim yerime günahına girdiğim o sözcükleri tek tek, hak geçirmeden. Çünkü benim için şu anda iki şey var hissedilebilen: İki yıl önce Ölüdeniz'de yediğim makarnanın lezzeti ve yanında duran şarabımın denize karışan enfes rengi. O anı, o an yapan dostlarım bile hatıraMa dahil olamıyor. Sonsuz bir bencillikte sahiplendim o anı, öylesine ki anıma renk katan müzik bile sadece güneşin ninnisiymiş de onunla birlikte çekilip hiç olmamış gibi..
Sözcükler ne garip... Bir anda hücum edip kalbinize sizi hareketlendiriyor ve sonra oracıkta yapayalnız bırakıp kaçıyorlar yine köşelerine. Çocuklar gibi, saklambaç oynamaya doymayan çocuklar gibi onlar. Ve çocuklar bu oyundan keyif aldığı anlarda nasıl masum gülümsüyorsa size işte öyle gülümsüyorlar bana uzaktan. Tek sorun ben bazen büyüdüğümü sanıp onlarla oynamaktan vazgeçiyorum. Oysa içimdeki çocuk bile oyuna doymadı daha.. Bak yine gülümsüyorum.
" - Bilge neden Nazmi'den ayrıldı?
- Bilmiyorum Sevgi. Anlaşamadılar herhalde.
- Garip.
...
Kelimeler albayım bazı anlamlara gelmiyor. Kelimeler albayım hangi anlamlara geliyor?
...
'Garip' kelimesiyle Sevgi, aslında ne demek istemişti acaba? Ben de neden, 'Bilmiyorum Sevgi', dedim, bildiğim halde?"
derken Oğuz Atay kelimelerin saklandıkları yeri ne de güzel, ne de kolay bulduğunu kanıtlıyor.
Oysa ne çok insan tanıyorum ben; kendi kelimelerine sahip olamayan, başkalarının kelimelerine körü körüne muhtaç olan. Ve ne çok üzülüyorum aslında onlar için. Benim kelimelerimi merak ettiklerinde hemen onlara kendi kelimelerini bulmalarını öğütlemek istiyorum. Sonra geçiyor. Herkes gibi, her "büyük" gibi alışılmışları sıralayıp susuyorum. Bunu yapmak istemediğimdeyse sıralamalarım bitmiyor bir türlü. Sanki sıkılsınlar, sorduklarına pişman olsunlar ve bir daha hiç sormadan kendi kelimelerini aramaya çıksınlar istiyorum.
Ne çok seviyorum karşısında susamadığım insanları.. Düşünsünler istiyorum, yorulsunlar ve hatta beni de yorsunlar. Sıradanlığa kapılıp aynı şeyleri tekrarlamasınlar. Sıradanlığı aştıkları her yeni sözcükle beni aydınlatsınlar, düşündürsünler; sonra ben yorayım onları..
Ne çok şey bekliyorum şu hayattan..
Huzur. Huzur bekliyorum mesela. Çoğu insanın "Çok bir şey istediğim de yok ki, sadece 'huzur' istiyorum." deyişi misali. Sahi, çok bir şey değil midir huzur? Basit midir? Yorgun argın eve geldiğin bir günde kahveni içerken vücudunu dinleyebilmektir huzur. Düşünecek başka hiçbir şeyinin olmamasıdır. Bana sorarsan ne çok şeydir o huzur.. Basit.. değil..
Tıpkı, zihnime hücum eden onca sözcüğü tek bir konuya hapsedememek gibi..
Sözcükler ne garip... Bir anda hücum edip kalbinize sizi hareketlendiriyor ve sonra oracıkta yapayalnız bırakıp kaçıyorlar yine köşelerine. Çocuklar gibi, saklambaç oynamaya doymayan çocuklar gibi onlar. Ve çocuklar bu oyundan keyif aldığı anlarda nasıl masum gülümsüyorsa size işte öyle gülümsüyorlar bana uzaktan. Tek sorun ben bazen büyüdüğümü sanıp onlarla oynamaktan vazgeçiyorum. Oysa içimdeki çocuk bile oyuna doymadı daha.. Bak yine gülümsüyorum.
" - Bilge neden Nazmi'den ayrıldı?
- Bilmiyorum Sevgi. Anlaşamadılar herhalde.
- Garip.
...
Kelimeler albayım bazı anlamlara gelmiyor. Kelimeler albayım hangi anlamlara geliyor?
...
'Garip' kelimesiyle Sevgi, aslında ne demek istemişti acaba? Ben de neden, 'Bilmiyorum Sevgi', dedim, bildiğim halde?"
derken Oğuz Atay kelimelerin saklandıkları yeri ne de güzel, ne de kolay bulduğunu kanıtlıyor.
Oysa ne çok insan tanıyorum ben; kendi kelimelerine sahip olamayan, başkalarının kelimelerine körü körüne muhtaç olan. Ve ne çok üzülüyorum aslında onlar için. Benim kelimelerimi merak ettiklerinde hemen onlara kendi kelimelerini bulmalarını öğütlemek istiyorum. Sonra geçiyor. Herkes gibi, her "büyük" gibi alışılmışları sıralayıp susuyorum. Bunu yapmak istemediğimdeyse sıralamalarım bitmiyor bir türlü. Sanki sıkılsınlar, sorduklarına pişman olsunlar ve bir daha hiç sormadan kendi kelimelerini aramaya çıksınlar istiyorum.
Ne çok seviyorum karşısında susamadığım insanları.. Düşünsünler istiyorum, yorulsunlar ve hatta beni de yorsunlar. Sıradanlığa kapılıp aynı şeyleri tekrarlamasınlar. Sıradanlığı aştıkları her yeni sözcükle beni aydınlatsınlar, düşündürsünler; sonra ben yorayım onları..
Ne çok şey bekliyorum şu hayattan..
Huzur. Huzur bekliyorum mesela. Çoğu insanın "Çok bir şey istediğim de yok ki, sadece 'huzur' istiyorum." deyişi misali. Sahi, çok bir şey değil midir huzur? Basit midir? Yorgun argın eve geldiğin bir günde kahveni içerken vücudunu dinleyebilmektir huzur. Düşünecek başka hiçbir şeyinin olmamasıdır. Bana sorarsan ne çok şeydir o huzur.. Basit.. değil..
Tıpkı, zihnime hücum eden onca sözcüğü tek bir konuya hapsedememek gibi..
15 Aralık 2013 Pazar
Bu da neydi böyle?
Geçirdiğim son 2-3 haftaya bakıyorum, dursuz duraksız ama hiç de keyifli değil.. Ömürde iz bırakan her şey hep bu kısacık anlarda üst üste yığılarak olmaz mı zaten? Dilim tutuluyor, anlatmak belki de hiç bu kadar zor olmamıştı ve anlatmaya bu kadar ihtiyaç duymamıştım.
Müfettiş ve misafir telaşesi hayatımızın olmazsa olmazı aslında ama benim durağan hayatım için bu ikisinin birleşmesi her zaman yaşananlardan değildi. Yine de her yeni gün bir nefesle başlayınca tat alınacak bir şeyler illa ki bulunuyordu. Sonra hiç yaşanmamış gibi her şey bir anda sıkıcı rutine dönüverdi.
Geçirdiğim hafta sonunda kendimi dinlenmem gerektiğine inandırmayı da başarmıştım. Nicedir ihmal ettiğim uzaklardaki dostlarla uzun sohbetler yalnızlığımı da örtüyordu hem. Yeni hafta ise tam anlamıyla kabus gibi başladı; ölüm, kaygı, sinir hepsi bir aradaydı. Evimin duvarlarından farksız davranarak kendimi koruduğumu sandım, kapattım kendimi herkese ve her şeye. Bildiğim tek şey ayakta kalmam gerektiğiydi çünkü biliyordum beni, elimden tutarak kimse kaldırmayacaktı. Herkesi buna inandırmış ve alıştırmıştım. Oysa duvarların da alçıları dökülebiliyordu. Her zamanki gibi bunu gizlemeyi görev bilip yaşamaya çalışırken 5 gün süren elektrik kesintisi her şeyi alt üst etti. Bu kez hiçbir şeyi gizleyemez oldum; soğuk, üzüntü, yalnızlık her şey tokat gibi çarpıyordu yüzüme. Soğuğun etkisiyle ilerleyen hastalığım, doğru düşünmekten, doğru davranmaktan gitgide uzaklaştırdı beni. Hoş, belki de doğru olan o sırada yaptıklarımdı, kim bilir...
Aslında insan evinin içinde başındaki bereye rağmen soğuktan başının zonkladığını hissederken emin olduğu tek şey insanlıktan uzaklaştığı oluyor, etik kuralları algılayacak kadar olgun şartlar bulunmadıkça çoğu şey değerini kaybediyor, insan bencilleşiyor. "Sineklerin Tanrısı"nda W. Golding de bunu vurgulamaya çalışmıyor muydu? Evet, okuduğum zaman da hak vermiştim bu fikre ama günün birinde bu kadar içselleştirebileceğimi hiç düşünmemiştim.
Uzun elektrik kesintileri bazen işe çok yarar. Bir kere bol bol düşünür insan, hem de bölünme ihtimali olmadan. Düşünürken uyuyakalır, düşünceleri iyice oturur, yerleşir yerine. Duygularını ölçer, ne istediğini genellikle bulamaz ama A. İlhan'ın Kamarot Hasan'ı gibi neyi istemediğine kesin olarak karar verir.
Teknolojiden uzakta olunca uzaktaki canlardan da uzak düşüyor insan, yanı başında duran canlarla canına can katıyor, ısınıyor ya da en kötü ihtimalle "birlikte" üşüyor. Meğer ne güzelmiş bir şeylere "birlikte" göğüs germek, insanın canı daha az acıyormuş böyle olunca(ya da en azından öyle sanıyormuş insan).
Yalnız kaldığım anlarda da eski defterlerimi kurcaladım, iki senedir elektrik kesintisinde içimde birikenleri tabiri caizse kustuğum kağıtlara baktım ve yine gördüm bazen insanın ne kadar yüksek perdeden atıp tutabildiğini, üstelik bütün o düşünceleri tüm samimiyetimle aktardığımı bildiğim halde.
Velhasıl-ı kelâm bu kez de ne istediğime karar veremedim ama artık ne istemediğimi ben de iyi biliyorum. Bunun için doğru yolun hangisi olduğunu da bilmiyorum ama eminim dostlarım bilmeden de olsa bana doğru yolu seçmemde yardım edecek. Sonuçta hayat bize rağmen durmuyor...
Müfettiş ve misafir telaşesi hayatımızın olmazsa olmazı aslında ama benim durağan hayatım için bu ikisinin birleşmesi her zaman yaşananlardan değildi. Yine de her yeni gün bir nefesle başlayınca tat alınacak bir şeyler illa ki bulunuyordu. Sonra hiç yaşanmamış gibi her şey bir anda sıkıcı rutine dönüverdi.
Geçirdiğim hafta sonunda kendimi dinlenmem gerektiğine inandırmayı da başarmıştım. Nicedir ihmal ettiğim uzaklardaki dostlarla uzun sohbetler yalnızlığımı da örtüyordu hem. Yeni hafta ise tam anlamıyla kabus gibi başladı; ölüm, kaygı, sinir hepsi bir aradaydı. Evimin duvarlarından farksız davranarak kendimi koruduğumu sandım, kapattım kendimi herkese ve her şeye. Bildiğim tek şey ayakta kalmam gerektiğiydi çünkü biliyordum beni, elimden tutarak kimse kaldırmayacaktı. Herkesi buna inandırmış ve alıştırmıştım. Oysa duvarların da alçıları dökülebiliyordu. Her zamanki gibi bunu gizlemeyi görev bilip yaşamaya çalışırken 5 gün süren elektrik kesintisi her şeyi alt üst etti. Bu kez hiçbir şeyi gizleyemez oldum; soğuk, üzüntü, yalnızlık her şey tokat gibi çarpıyordu yüzüme. Soğuğun etkisiyle ilerleyen hastalığım, doğru düşünmekten, doğru davranmaktan gitgide uzaklaştırdı beni. Hoş, belki de doğru olan o sırada yaptıklarımdı, kim bilir...
Aslında insan evinin içinde başındaki bereye rağmen soğuktan başının zonkladığını hissederken emin olduğu tek şey insanlıktan uzaklaştığı oluyor, etik kuralları algılayacak kadar olgun şartlar bulunmadıkça çoğu şey değerini kaybediyor, insan bencilleşiyor. "Sineklerin Tanrısı"nda W. Golding de bunu vurgulamaya çalışmıyor muydu? Evet, okuduğum zaman da hak vermiştim bu fikre ama günün birinde bu kadar içselleştirebileceğimi hiç düşünmemiştim.
Uzun elektrik kesintileri bazen işe çok yarar. Bir kere bol bol düşünür insan, hem de bölünme ihtimali olmadan. Düşünürken uyuyakalır, düşünceleri iyice oturur, yerleşir yerine. Duygularını ölçer, ne istediğini genellikle bulamaz ama A. İlhan'ın Kamarot Hasan'ı gibi neyi istemediğine kesin olarak karar verir.
Teknolojiden uzakta olunca uzaktaki canlardan da uzak düşüyor insan, yanı başında duran canlarla canına can katıyor, ısınıyor ya da en kötü ihtimalle "birlikte" üşüyor. Meğer ne güzelmiş bir şeylere "birlikte" göğüs germek, insanın canı daha az acıyormuş böyle olunca(ya da en azından öyle sanıyormuş insan).
Yalnız kaldığım anlarda da eski defterlerimi kurcaladım, iki senedir elektrik kesintisinde içimde birikenleri tabiri caizse kustuğum kağıtlara baktım ve yine gördüm bazen insanın ne kadar yüksek perdeden atıp tutabildiğini, üstelik bütün o düşünceleri tüm samimiyetimle aktardığımı bildiğim halde.
Velhasıl-ı kelâm bu kez de ne istediğime karar veremedim ama artık ne istemediğimi ben de iyi biliyorum. Bunun için doğru yolun hangisi olduğunu da bilmiyorum ama eminim dostlarım bilmeden de olsa bana doğru yolu seçmemde yardım edecek. Sonuçta hayat bize rağmen durmuyor...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)