31 Ekim 2014 Cuma

savaşçı

Sonsuz bir yalnızlık, yalıtılmışlık içindeyim yine. Ucu sonu belli olmayan fütursuz sohbetlerin çağrışımlarla beslendiği zamansız anlardan birini yaşamak için neler vermezdim. Mevsimin vurucu etkisini saymazsak görünürde böyle olmama bir neden yok.

Yağmurun kattığı yalnızlık, acı, huzursuzluk için yeterince yaşlanmadım mı artık? Hem, iki kişilik yağmurlar da var, biliyorum. Artık yıkanmak istediğim yağmurlar tek kişilik olanlar değil.

Hem aslında o kadar güçlü de değilim ki ben. Mary Margaret misali "Hayatta kalmam için ne gerekiyorsa onu yapıyorum sadece." Çok da çabuk kırılıyorum üstelik. Üzülüyorum ölesiye. Kalbimin acısından nefes alamıyorum yer yer.

Siz çıkınca karşıma hiçbir şey yokmuş gibi iliklerime batan, susuyor ve gülümsüyorum. Öyle umursamaz tavırlarıma tanık oluyorsunuz ki bazılarınızın nasıl imrendiğini okuyorum gözlerinde satır satır. Oysa imrenilecek bir şey yapmıyorum. Yeni güne gözünü yalnız açan otuzundaki her kadının öğrenmişliğiyle yeni bir kalp ağrısından koruyorum yalnızca kendimi. Beynimin aksine otuzuna ulaşamamış, atlı karıncadaki atın üstünde dünyanın en büyük heyecanını yaşadığına inanan minik bir kız çocuğunun kalbini taşıyorum hala.

Mantıksal düzlemde her şeyi çözüme kavuşturan beynime inat çarpıyor kalbim. Bin kere düşse yine ayağa kalkacak savaşçı ruhlu bir erkek çocuğu gibi.

28 Ekim 2014 Salı

eylül

Evden çıktı. Hiçbir şey düşünmemeye gayret ediyordu. Etrafına baktı, insanlar işleriyle öylesine meşguldü ki bir an kıskandı bu hayatla savaşan amaçlı insanları. Nereye gideceğini dahi bilmiyordu. Alışkanlıkla markete uğrayıp bir sigara aldı. Oradan otobüs durağına geçti. Gelen otobüse binip aşağıdaki durakta indi. Buraya kadar alışkanlıkla gelmişti ama şimdi bir tercih yapması gerekiyordu: Alsancak’a mı, Konak’a mı gidecekti? “Hangisi önce gelirse ona binerim.” Diyerek bu kısacık düşünme molasını da bitirdi. Şimdi boş gözlerle yola bakıyordu.  “ Acaba hangisi önce gelecek?” diye bile düşünmedi. Ve yine düşünmeden bindi Narlıdere otobüsüne. Şimdi yeni bir soruya cevap vermesi gerekecekti: Hangi durakta inecek? Bunu düşünmeyi de erteledi.

Susuz Dede durağına geldiğinde düşünmeden indi otobüsten. Durup etrafına baktı, her şey çok değişmişti. Karşıdan gelen uzun boylu çocuk ve yanındaki kısa boylu kıza takıldı gözleri. Mutlu oldukları her hallerinden belliydi. Birbirlerine sarılmış yürüyorlardı. Kız, hararetli hararetli bir şeyler anlatıyor, çocuk sanki dünyanın en önemli şeyini yapar gibi tüm dikkatiyle dinliyordu onu. Merdivenlere geldiklerinde yukarı doğru koşmaya başladılar. Falcılar kesti yollarını. Kıkırdayarak aşağıya koştular bu defa. Kız yandaki parka dalıp salıncağa atladı, biraz sallandı etrafı kahkahalarıyla çınlatarak. Tanıyor gibiydi onları. Ama onlar dünyadan bihaber yaşadıklarından fark etmemişlerdi onu.

Kız bu kez salıncağı bırakıp tahterevalliye koştu. Ve başladı pazarlığa. Eğer çocuğu biraz indirmeyi başarırsa dondurma istiyordu. Çocuk kızı biraz uğraştırdıktan sonra bıraktı kendisini. Dondurmalarını alıp bu kez sakin sakin çıktılar yukarı. Oturdukları yerde sarıldılar birbirlerine.

Onları izlerken düşünmekten kaçmasına da gerek kalmıyordu. O da oturdu bir yere, manzarayı seyretti bir yandan doya doya. Bir an kıza takıldı yine gözü, ayağa kalkmıştı. Çocuk önce ellerini tuttu, sonra sarıldı ona. İşte en sevdiği sahne vardı önünde. Ağladığını fark edemediği içten bir gülümseme ile izledi onları. Sonra mesaisini bitiren güneşi izlemeye başladı yeniden. Tam bir dilek tutmayı düşündüğü sırada kızın sesiyle onlara çevrildi dikkati…

Kız ağlıyor, başını sallıyor, düşmanıymış gibi bakıyordu çocuğa. “Mutlu aşk yok değil mi? Tüm mutluluklar da aşklar gibi yalan!” dedi kendi kendine. Tekrar başını çevirdiğinde kızın ve çocuğun görüntüsü silik bir hal almıştı. Güneşin yavaş yavaş gözden kaybolması gibi oldukları yerde yok oluyordu görüntüleri. Neye uğradığını şaşırdı, tekrar tekrar baktı, yoktular… Sonra birden kızın sesini duydu yeniden: “Beni aldattığını hissetmiştim, bunu nasıl yaparsın?!” Derken birden önünde belirdi kız ve çocuk. Yine kız konuşuyordu: "Sana inanmıyorum, daha bir yıl önce aldattım, pişmanım diyordun; şimdi öyle bir şey yok, seni üzmek için söyledim diyorsun! Sen doğru nedir bilir misin?” Çocuk cevap verdi: “Aşkım özür dilerim, gerçekten yoktu…”

Birden yine kayboldular. Korktu. Neler olduğunu anlamaya çalışırken çocuğun sesini duydu yeniden: “Eylül! Lütfen!” Dondu kaldı. Neler olduğunu anlamıştı. Anlamıştı ama bütün bunlar ne demek oluyordu? Neden hala aşk demek o demekti? Neden unutmuyordu tüm bunları? Bilinçsizce buraya gelişi, bu anılara sığınışı… Oysa nasıl huzur bulmuştu onları izlerken.

Aşk, saf, temiz, tutku dolu, şefkat dolu aşk… Yaşamıştı bunu. Bunu düşününce yine bir huzur hissetti içince. Demek ki hayat böyleydi. Üniversite sınavına girdiği günler geldi aklına. Uzun süren bir mutsuzluk ve sonunda istediği bölüm. “Mutlu, güzel bir aşk ve sonsuza dek ayrılık. Şimdi işsizlik, mutsuzluk… Demek ki sırada güzel şeyler var.” diye düşündü

Düşünmekten kaçtığı bu günde öylesine derine dalmıştı düşünceleri. Kalktı yerinden, çocukluğunun, gençliğinin sığınağına dönüp baktı, her zamanki gibi yine içi rahatlamış, huzur dolmuştu. Yavaş yavaş yürüdü durağa. Öleceğini sanarak çıktığı bu yoldan, kıskandığı insanlar gibi umut dolu dönüyordu.